Siyah önlükle, başladığımız kasketli devam ettiğimiz ve kravatla sonlandırdığımız dönemimizde ceketini iliklemeden bir öğretmenin karşısına çıkmak ne mümkündü?
Yarın 24 Kasım Öğretmenler günü… Öğretmen… Her şeyi öğreten, hayatımızın rehberi ve hepimizin rol modeli bir kimlik ve kişilik abidesi öğretmenlerimiz.
Hepimizin hayatına dokunan, yol ve yordam gösteren, kulağımızı çekerken bile merhamet ve vicdanlı davranan öğretmenlerimiz. Sizin hayatınıza hangi öğretmeniniz dokundu bilmem ama benim hayatıma dokunan o kadar çok öğretmenim oldu ki. Şimdi burada isimlerini zikredeceğim birkaç öğretmenimizi bu yazıyı okuyan arkadaşlarım, eğitim hayatımızda bir birimize eşlik etmiş arkadaşlarımda mutlaka onaylayacaklardır.
İlkokulda Hatice öğretmen ile başlayan, Azmi Akyol öğretmenimle devam eden süreç benim hayatımda unutulmazlardandır. Ortaokul yıllarında Mehmet Memiş, İbrahim Erdem, Hilmi Ünsal, Sıtkı Ünal, Necmettin Ünay, Abdullah Güleçyüz, Yüksel Virancık ve Okul Müdürümüz Çetin Aslançelik. Lise yıllarında ise Hüseyin Levent(Optik) Süleyman Yılmaz, Adnan Çalışkangenç, Mustafa Küpeli, (Sıfırcı) Semra Hocam, Behzat Erçoban, Erdoğan Özkum, Haydar Kural, Adnan Elçi, Cemile Sema Elçi, Necati Purut… Yine o yürekli duruşuyla Okul Müdürümüz Muammer Salt ve daha ismini hatırlayamadığım öğretmenlerim beni affetsin. Her birinden o kadar çok şey öğrenmişim ki bunların hepsini daha sonra hatırlıyorum ve onların o günlerdeki tavırlarını bugün daha net bir şekilde anlayabiliyorum. Hayatta olanların hepsinin ellerinden öpüyor, ahirete göçenlere de rahmetler diliyorum.
Bizim siyah önlükle, başladığımız kasketli devam ettiğimiz ve kravatla sonlandırdığımız eğitim dönemimizde ceketinin önünü iliklemeden herhangi bir öğretmenin karşısına çıkmak ne mümkündü? Zaman her şeyi alıp götürdüğü gibi öğretmen, öğrenci arasındaki doğru ve keskin ilişkiler zincirini de erozyona öğretti. Çocuklar ilkokulda öğretmene “Eti senin kemiği benim” diye teslim edilir, öğretmene yapılan saygısızlık, anne babaya yapılan saygısızlıktan daha büyük bir kabahat olarak algılanırdı. Değil öğretmenden şikayet etmek, en küçük bir eleştiri de bulunmak bile mümkün değildi. Öğretmen, yani öğreten de, öğrenen de, çocuklarını emanet eden de aralarında adı konulmamış ve kağıda dökülmemiş bir sözleşmeyle birbirlerine bağlıydılar. Çünkü, “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum” anlayışı öğretmen içinde, öğrenen içinde çok kıymetliydi. Bu aslında gerçek bir ironi ve öğretenin de öğrenmenin de ne kadar önemli olduğuna vurguydu.
O gün bu ülkenin, okuyan, araştıran ve öğrenmeye ihtiyacı olan kuşaklara ihtiyacı vardı. Öğrenmeye aç bir kuşak, öğrenmeyi hayatının düsturu edinmiş bir nesilden söz ediyorum. Keşke o 1970-1980 arasındaki kardeşin kardeşe kırdırıldığı dönem yaşanmasaydı. O dönemde kaybettiklerimiz eğer bu topluma hizmet edebilme imkanına kavuşmuş olsalardı emin olun bugün G-20 zirvesi falan hepimiz için hikaye olur, “Gelişmekte olan” ülke sınıfından çok ama çoktan çıkmış olurduk.
Önce öğretmenlerimizin itibar suikastına sessiz kaldık. Onları uzun yıllar geçim derdiyle baş başa bıraktık. Sonra velilerimizi cesaretlendirip(!) onları eğitimin merkezine oturttuk ve çocuklarımız için inanılmaz bir koruyucu anlayışı geliştirdik ve sonuçta bugün ne yazık ki eğitim kalitemizi tartışır hale geldik. Elbette kimse kimsenin “ne etine, ne kemiğine dokundu” ancak öğretmen-öğrenci-veli üçgenindeki ilişkiler bozulunca her şeyimiz ters yüz oldu. El birliği ile sistemi erozyona uğrattık. Böyle olmamalıydı. Öğretmenlerimiz gerçekten hak etmedikleri kadar yıprandılar. Onun için öğretmenlerimizden ben kendi adıma özür dileyebilir miyim acaba? “Öğretmenim beni affeder misiniz?” Büyük küçük bütün öğretmenlerin ellerinden öpüyorum, hepinizin öğretmenler gününü yürekten kutluyorum. Size o kadar çok ihtiyacımız var ki? “Lütfen o eski günlere geri döner misiniz?”