Halk arasında enflasyon Türkiye’de “Kaşıkla verip kepçeyle geri almak” diye tanımlandı yıllarca.. Ocak ayında memur, memur emeklileri, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinin maaşlarına yüzde 49.25’lik zam yapıldı. Özellikle SSK ve Bağ-Kur emeklileri taksit taksit zamla mutlu edilmeye çalışıldı. Önce yüzde 37.7 daha sonra yüzde 42.7 ardından da yüzde 49.25’e yükseltilen zam oranları ile emeklinin gönlü alınmaya çalışıldı. Ancak emeklinin daha para cebine girmeden Ocak ayında bir önceki aya göre maaşlar TÜİK verileriyle olaya baktığımızda yüzde 6.7 oranında eridi. Bunun anlamı şu, maaşlara refah payı diye eklenen yüzde 11.68’lik artışın yüzde 6.7’si daha parası emeklinin eline geçmeden uçup gitti. Yani emekli yine mutsuz, emekli yine kırgın, yine sıkıntılı… Kaşık ve kepçe meselesi yani… Keşke kepçe olsa kepçenin sapı emeklinin gözünde…
Buradan çıkan anlam şu, “Türkiye gerçekten enflasyonla mücadele edecekse bunu ücretliler üzerinden değil üretim maliyetleri üzerinden yapmalı!” Ücretli kesimler yüksek enflasyon dönemlerinde ellerine geçen bir miktar fazla para ile ancak anlık mutlu olabiliyorlar. Türkiye bunu geçmişte denedi. Bu yolun çok da sağlıklı olmadığını gördü. Pek çoğumuzun tarihin tozlu raflarında unuttuğumuz “24 Ocak 1980, 5 Nisan 1995 kararları gibi” kararları gördük. 1970’lerde yaşanan yüzde 66’lık devalüasyonları da pek çoğumuz belki unutmuştur. Türkiye’nin kısa sürede ve belirli bir periyotla toparlanması için mutlak surette üretimi teşvik etmeli ve üretim maliyetlerini düşürmenin yollarını bulmalıdır.
Dün “patlıcanın hikâyesini” yazmıştım. O kadar çok tepki aldım ki. Aldığım tepkilerin yüzde 90’nın üzerinde olumlu olduğunu da belirtmeliyim. Bazı dostlarımız, “işte sokağın nabzı bu şekilde atıyor, yukarıdakiler öncelikle bu sorunlara çözüm bulsun. Dün sebze ve meyvenin ihracatı ile övünüyorduk. Bugün ise iç pazarı tamamen ihmal etmiş durumdayız. Bir demet maydanozun 15-20 TL’den satıldığı bir ekonomik düzende insanların gerçekten neye ihtiyacı olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.” türünden değerlendirmeler yaptılar.
İşin özeti aslında tamda burada yatıyor. Bakir ve verimli arazileri ile tam anlamıyla tarımsal üretim merkezine döndürülebilecek bir ülkede yaşadığımız unutuyoruz. Bundan 30-40 sene öncesi “Avrupa’nın sebze-meyve bahçesi” değerlendirmelerine çok kızıyorduk. Bugün geçmişte kızdığımız bu değerlendirmelerin aslında kendi kendimize haksızlık olduğunu düşünüyorum bugün. Bugün yaşadığımız zorlukların altında üretimden vazgeçerek ve üretim maliyetleri bakımından yaptığımız yanlışların bedelini ödüyoruz.
Deniliyor ki “ekilmedik alan bırakılmayacak!” Ekilmesine ekilecek de ekenin de tüketenin de mutlu olduğu bir düzenin kurulması öylesine kolay bir iş değil. Markette, pazarda 20 TL’ye satılan soğanı, 25 TL’nin altında satılmayan patatesi düşündükçe insanın gerçekten morali bozuluyor. Halbuki soğanı üretende, patatesi üretende mutlu değil. Tüketen ise hiç mutlu değil. Öyle olunca yüzde kaç zam yapıldığı, maaşların ne kadar arttığının hiç ama hiç önemi yok. Çünkü paranın alım gücü her ay bu kadar düşecek olursa Temmuz gelmeden ücretli kesimler tam anlamıyla hayat mücadelesinde teslim bayrağını çekerler.
Enflasyonla mücadele ve fiyat istikrarı için her türlü fedakarlığı emekliden, çalışandan beklemek son derece yanlış. Bu mücadelede ana aktör üretim maliyetlerinin düşürülmesi için kamudur. Sadece teşvik vererek olmaz: Sağlıklı ve sıkı bir denetimle sorunların çözümü mümkün. İşte o zaman gözümüzün önüne kadar gelen kepçenin sapından belki kurtulabiliriz.