Sendikalar öteden beri örgütlü mücadelenin, hak savunuculuğunun kalesi olmuş bugünde olması gereken sivil toplum örgütleri olarak değerlendirilir. Ama Ne yazık ki 12 Eylül sürecine gelirken yaşananlar marjinalliğin getirdiği olumsuzluklar 12 Eylül Darbesi’nden sonra sendikal mücadelenin de kolunun, bacağının budanmasına yol açtı. 12 Eylül’ün kudretli darbeci generalleri sendikal mücadelenin önünü de kesen düzenlemeleri dayattıkları anayasanın maddelerine eklediler. Bu düzenlemelerin gölgesine sığınan sendikacılarda hak mücadelesinden ziyade koltuklarını koruma güdüsü ile hareket edince ne yazık ki tablo çalışanların aleyhine gelişti. Bir de uygulanan sendikasızlaştırma çabaları ve kamudaki taşeronlaştırma da işin tuzu biberi oldu. Böyle olunca özellikle sendikalı çalışanların sayısı her geçen gün azaldı. 12 Eylül öncesinde bile 3 farklı konfederasyon çatısı altında(Türk-İş, DİSK ve Hak-İş) milyonları bulan üye sayıları da hızla düştü. Mesela Türk-İş’e bağlı 34 sendikanın toplam üye sayısı 788 Bin 388’e kadar düşmüş. DİSK’e bağlı sendikaların toplam üye sayısı ise 112 Bin 534 kişi olarak görünüyor. Yine büyük konfederasyon olarak anılan Hak-İş’ in güncel verilerini bulamadım. Ama 2017 ‘de Konfederasyonun yayınladığı dergide yer alan rakamlara dayanarak 22 sendikası ile toplam 547 bin 209 üyesi bulunduğunu var sayıyorum. Toplam 1 milyon 500 bine bile ulaşmayan sendikalı çalışan sayısı üzerinden baktığımızda sendikaların ve sendikacılığın kan kaybettiğini görüyoruz. Sendikaların ve sendikacılığın neden kan kaybettiğini sorgulaması gereken kim? Sendikaların yöneticileri değil mi? Ama onların bu durumu çok sorguladıklarını düşünmüyorum. 17 milyona yakın çalışanın olduğu bir ülkede sadece 1 milyon 500 bin rakamını bile bulmayan sendikalı sizce yeterli mi?
Ama sendikalar asli görevlerinin dışında her şeyi yapıyorlar. Halbuki işverenle, çalışan arasındaki köprüleri kurması gerekenler, çalışanların sorunlarının çözümü konusunda çaba göstermesi gerekenler görevle sendikacılığı kabul edilebilir bir şey değil. Her türlü sosyal soruna da duyarlı olmalılar. Ancak bu duyarlılık yapıcı, hem çalışanların hem de toplumun yararına ses yükseltmek şeklinde olmalı değil mi? Bugün bakıyorum sendikalar sosyal sorunlar ile ilgilendiklerini göstermek için öyle sıradan işlere imza atıyorlar ki gerçekten hayretler içinde kalıyorum. Yaptıkları birkaç küçük indirim anlaşmasını bile büyük büyük laflarla anlatıyorlar.
Sadece işçi sendikaları değil aynı zamanda memur sendikaları da gerçek görevlerini yerine getirmek konusunda yetersizler. Sadece kendi üyelerinin görevde yükselmesi ve atamaları ile ilgili konulara odaklanan sendikaların yöneticileri yaptıkları işlerinde anlamını yitirmesine sebep oluyor. Çok üye sayısı ile övünmek, temsiliyet hakkını elde etmek güzel de sonrası.
Toplumun gerçeklerinden koparak bölük pörçük, küçük küçük örgütlenmeler ne yazık ki yönetenlerin işlerini kolaylaştırmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Tıpkı siyasi partilerde olduğu gibi herkes kendine alan açmak için çalışıyor hepsi bu. Koltuğa oturan “bu işi en iyi ben yaparım” edasıyla hareket ediyor. Dolayısıyla gücü eline geçiren başkasına hayat hakkı tanımıyor.
Zaman içerisinde “sendika ağalığı” gibi anlamsız kavramlar ile tanışıyoruz. Sarı sendika tanımlamaları, işbirlikçi yaftalamaları da kaçınılmaz bir hal alıyor. Böyle olunca da siyasi partilerde olduğu gibi sendikalaşmada da “amip gibi bölünerek” güç kazanacaklarını sananların ekmeğine yağ sürülüyor.
Kısacası “örgütlü toplum, bilinçli toplumdur” gerçeğinden hareketle bu sendikal yapılanmanın yeniden gözden geçirilmesinde yarar olduğu gibi sendikacılığın da sendikalılığın da yeniden tanımlanması gerekiyor.