Ön seçim lafını çoktan unutmuştuk.  12 Eylül 1980 darbesi sonrası aslında demokrasimize vurulan en büyük darbelerden birisi halkın iradesinin önüne konulan yüzde 10’luk bir baraj ve diğeri de siyasi partiler yasasında yapılan değişiklikler. Yüzde 10 barajının getirdiği mahzurları bir türkü. Telafi edemedik. Böyle olunca nerede ise her seçim milyonlarca insanın sandığa küstüğünü görüyoruz. Çünkü insanlar bu barajlar sebebiyle kendi iradelerinin sandıktan çıkamayacağını düşündükleri için sandığa gitmeye bile gerek görmüyorlar. Diğer yandan siyasi partiler yasasında genel başkan ve parti yönetimlerine tanınan hakla gerek milletvekili, gerekse belediye başkan adaylarının merkez yoklaması denilen garabet bir uygulama sebebiyle halkın değil, liderlerin istediği oluyor. Böyle olunca insanların seçme özgürlüklerinin de kısıtlandığı duygusu yükseliyor… Yani her iki durumda demokrasimiz açısından sıkıntılı olduğu için insanların siyaset coşkusunun azaldığını düşünenlerdenim. İşte tam bu noktada “Bööyüklerimiz her şeyin en iyisini bilir” mantığı ortaya çıkıyor…

Her neyse ön seçim deyince çok eskilere gittik…  Şimdi pek çoğumuzun bazılarının adını bile hatırlamadığı zamanın deve dişi gibi partileri Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi, Güven Partisi, Demokratik Parti, Millet Partisi ve diğerleri adaylarını hep ön seçimle belirlerdi. Özellikle AP ve CHP’nin ön seçimleri adeta birer festival havasında geçer, aday adayları seçim büroları açarlar, sokaklar şenlenir, insanlar partilerinin üyelerine giderler, kapılarını çalarlardı. Sonuçta sandıklar kurulur adaylar belirlenir. Sıralamaya girenler belirlenir, sıralamaya giremeyenler de adaylarının yanında dururdu. Sonra herkes adaylarının yanında seçim kampanyaları yapar, kahveler gezilir, mahalle ziyaretleri yapılır, ev toplantıları gerçekleşir, köylere gidilir, mitingler düzenlenirdi. Özetle seçen de seçilende bir nebze olsun kendisinin temsil edildiğini düşünürdü. Seçilenler tabanlarından aldıkları güçle, seçenlerde seçtiklerine verdikleri güçle ülke yönetimine katkı yaptıkları inancını yüreklerinde taşırdı.  Ve siyaseti o zamanlar sadece parası olan, ekonomik gücü olanlar değil, aklı-fikri memleket meselesine hakim insanlarda siyaset sahnesinde etkili olabilirlerdi. Ankara’ya gittiklerinde arkalarına aldıkları rüzgarında etkisiyle bir başka güçlü seslerini yükseltirlerdi. Peki, şimdi öyle mi?

Geçmişte yaşadığımız demokrasinin o güzelliklerini hep unuttuk. Daha doğrusu o yılların kıymetini bilemedik mi desem acaba? O yıllarda siyasetçi kendini seçenlere karşı sorumlu hisseder, seçenlerde seçtiklerinden daha kolay hesap sorabilirlerdi.  Şimdilerde durum bir hayli farklı. Şimdi seçilmişlerin danışmanlarına bile ulaşmak öylesine zor ki. Sanki şimdi seçilmişlerin etrafında demirden bariyerler var. Selamlaşmak bile çok zor. Bir de seçilen kendini seçene karşı kendini sorumlu hissediyor… Seçen partinin tabanı ve vatandaş olmadığı için kendilerini piramidin tepesine yakın hissediyor seçilmişler...

Şimdi diyorum ki keşke tüm siyasi partiler her nereye bir aday çıkaracaksa üyelerinin tercihleri ile  aday gösterseler… Belki o zaman sorunların çözümü o zaman daha kolay gerçekleşir. En azından sandıktan çıkanlar kendilerini sandıkta destekleyenlere karşı sorumlu partilerinin merkezine karşı çok daha güçlü hissederler. Belki o zaman finansal güç değil, akıl, bilim ve liyakat de biraz daha ön plana çıkar.  Olur mu dersiniz? Neden olmasın? Belki bugün yaşadıklarımız yarınlara dair böyle güçlü bir umudumuzu büyütebilir..